Bakü’de yapılan COP29’un havası, net sıfır ve 1,5 derece hedeflerine nasıl ulaşılacağına dair küresel ve ulusal belirsizlikler ve çelişkilerle tarif edilebilir. Türkiye’nin açıkladığı strateji de bu havayı taşıyordu.
Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen COP29, yani Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (BMİDÇS/UNFCCC) Taraflar Konferansı’nın 29’uncusu geçtiğimiz ay tamamlandı.
Atalarımızın yerleşik hayata geçerek tarıma başlamadan hemen önce, yılın belli dönemlerinde Göbeklitepe’de bir araya geldikleri gibi.
COP’ta da 198 ülkeden devlet heyetleri, uzmanlar, sivil toplum kuruluşları ve aktivistler her yıl bir araya geliyor. Fakat artık yaşadığımız dünya farklı. Aradan geçen binlerce senede insanlık öyle şeyler yaptı ki, türler yok oldu, ekosistemler kirlendi, sanayileşme ve fosil yakıtların kullanımıyla salınan sera gazları küresel kriz seviyesinde bir iklim değişikliğine yol açtı.
Göbeklitepe’deki buluşmaları hayal ettiğimizde genellikle iyimser ve büyülü bir ortam geliyor aklımıza. COP’ların gelecek kuşaklarca nasıl hatırlanacağı ise insanlığın iklim kriziyle mücadelede ne kadar isabetli hedefler koyup etkili sonuçlar alacağına bağlı.
Ve Bakü’deki zirve, böyle bakınca bir hayalkırıklığıydı. Neden mi?
Olası Trump etkisi
Elimizdeki başat bilimsel hedefler, Paris Anlaşması’nın küresel ısınmayı yaşadığımız yüzyıl içerisinde 2 derecenin altında tutma, ancak 1,5 derecenin altında tutmaya yönelik çalışma hedefleri.
Bir diğer hedef ise yüzyılın ikinci yarısında ekonomilerin net sıfıra ulaşması. Yani saldığımız kadar sera gazının yutak alanlarca geri bağlanabildiği bir dengenin oluşması.
Dünyanın tarihsel olarak en çok sera gazı salımı yapan ülkesi ABD’de Donald Trump’ın seçimleri kazanması, zaten kolay olmayan 1,5 derecenin altında kalma hedefini erişilmesi daha da zor hale getirdi. Trump’ın ilk döneminde yaptığı gibi Paris Anlaşması’ndan çekilmesine kesin gözüyle bakılıyor, hatta bu sefer daha da ileri giderek BMİDÇS’nden tamamen çıkabileceği konuşuluyor. Ulusal iklim hedeflerini gözeteceğini düşünen yok. Amerikan eyaletleri ve özel sektörü, Bakü’de kararlılık mesajları verse de federal hükümetin dünyanın iklim gündeminden ayrışmasının etkileri azımsanamaz. Bu hem diğer devletler için olumsuz örnek oluşturabilir, hem de ABD gibi bir devinin kamu kaynaklı iklim fonlarından çekilmesi küresel finansman hedeflerinin yakalanmasını zora sokar.
Ki COP29’un ana başlığı finanstı.
COP29’un gündeminde yer alan üç büyük finans başlığı, gelişmekte olan ülkelere yapılacak iklim yardımlarının miktar ve niteliğini belirleyecek Yeni Kolektif Sayısallaştırılmış Hedef (YKSH, New Collective Quantified Goal – NCQG), karbon piyasalarının kurulmasıyla ilgili 6. madde ve iklim kaynaklı felaketler sonrası yardımlar için oluşturulan Kayıp ve Hasar Fonu’ydu.
YKSH müzakereleri en tartışmalı başlık oldu ve zirveyi iki gün uzattı. Sonuçları itibarıyla da tepki çekti.
Hedefin Bakü’de masaya yatırılma nedeni 2009’da yıllık 100 milyar dolar olarak belirlenen taahhüt hedefinin (gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere net sıfır hedeflerine ulaşabilmeleri için aktarmaları gereken para) süresinin 2025 itibarıyla dolması ve yeni hedef belirlenmesi gerekliliğiydi. Müzakereler sonunda hedef üç katına, 300 milyar dolara çıkarıldı, ama enflasyon ve büyüme oranlarına bakarak bunu reel bir artış saymak zor. Tüm aktörlerin sağlayacağı toplam finansman için ise 1,3 trilyon dolarlık bir yol haritası belirlendi. Ki BM’nin gelişmekte olan ülkelerin iklim politikaları için yıllık ihtiyaç olarak belirlediği rakam bile 670-971 milyar dolar aralığında. Bu rakam azaltım ve uyum hedeflerini kapsıyor, Kayıp ve Hasar Fonu ya da doğa koruma ve restorasyon için gerekli kaynağı içermiyor bile.
Altı ana tartışma başlığı
Müzakereler sadece hedef tutarıyla ilgili de değildi. Carbon Brief altı ana tartışma başlığını şöyle sıralıyor:
1) Neyin “iklim finansmanı” sayılacağına dair uzlaşılmış bir tanım yok
2) İklim finansmanı muhasebesi tutarlı veya şeffaf değil
3) Bazı iklim fonları iklim değişikliğiyle mücadeleye hizmet etmiyor
4) İklim finansmanının kredilere dayanması aktarılan fonların etkisini olduğundan fazla gösteriyor
5) Ülkeler taahhüt ettikleri ama aslında gerçekten aktarılmayan ve dolayısıyla hiçbir zaman harcanamayacak paraları rapor edebiliyor
6) İklim finansmanı bağışçıların ekonomik çıkarlarını artırmak için kullanılıyor.
Bakü’de 198 ülkenin uzlaşarak karar alması gerektiği düşünülürse, finans hedefi müzakerelerinin bu kadar değişkenle bu denli çetin geçmesi sürpriz değil.
Heinrich Böll Stiftung’un Yeşil ve Kapsayıcı İyileşme için Borçların Hafifletilmesi Projesi’nde vurgulandığı üzere, borç niteliğindeki iklim fonları gelişmekte olan ülkelerin yükünü artırıyor. Fonlarda hibelere öncelik verilmesi ve borç yükünün hafifletilmesi şart. Afrika ülkeleri de iklim finansmanın yeni borç yükü doğurmayacak biçimde gerçekleşmesi gerektiğini savunuyor.
Tartışmalara konu olan bir diğer soru ise fonları kimin vereceği. Çerçeve Sözleşme ülkelerin sorumluluklarını 1992 yılındaki durumlarına göre Ek-1 ve Ek-2 ülkeleri olarak sınıflandırıyor. O tarihte gelişmiş ülke sayılmayan Çin, Hindistan, Körfez ülkeleri gibi ülkelerin bugün bu fona katkı sunmaması eleştirilere neden oluyor.
Aslında Çin halihazırda Güneydoğu Asya ve Pasifik ülkelerine belli miktarlarda iklim fonu sağlıyor. Ancak bu fonların ayrıntıları bilinmiyor ve önemli bölümünün yine hibe değil de borç olarak sağlandığı görülüyor. World Resources Institute, yaptığı araştırmada, Çin’in gelişmekte olan ülkelere hatırı sayılır miktarda iklim fonu sağladığına işaret ediyor. Çin, hem bugünkü gücü hem de tarihsel emisyon toplamı itibarıyla artık batının gerisinde sayılamayacak bir ekonomi. BMİDÇS’nin donör ülke listesi genişletilmemiş olsa da Çin gibi “gelişmekte olan” ülkelerin yapacağı Güney’den Güney’e gönüllü yardımların da iklim fonları kapsamına alınması kararlaştırıldı. Gelişmiş ülkeler için belirlenen 300 milyar doların yanı sıra gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği 1,3 trilyonluk tutar da daha az bağlayıcı zayıf bir hedef olarak belirlendi. Bu hedefe daha geniş bir katılımla ulaşılması hedeflenecek.
Heinrich Böll Stiftung Kıdemli Program Sorumlusu Linda Schneider nihai metinde kullanılan dilin Paris Anlaşması’nın gelişmiş ülkeler için getirdiği sorumluluğu muğlaklaştırdığını belirterek COP29’un bu geri adımla tarihe geçtiğine işaret ediyor.
Nihayetinde mutabık kalınan ikili hedef ve finansman imkanlarının geliştirilmesi için kurgulanan Belem Yol Haritası süreciyle bir anlaşmaya varılabildi ve top biraz da COP30’a atıldı.
Çoktaraflılığın son kalesi sınanıyor
COP29’a liderler düzeyinde katılımın ve finansman hedefinin zayıf olmasının ardında jeopolitik gerilimler belirleyici oldu. Daha en başta zirvenin yeri büyük ölçüde Rusya’nın vetolarıyla şekillendi: Doğu Avrupa’da AB ve NATO üyesi diğer ülkeler bir seçenek olmaktan çıkınca organizasyon, diplomatik kapasitesi görece sınırlı Azerbaycan’a kaldı. Gözlemciler bunun da müzakerelerin işleyişinde etkisi olduğu görüşünde hemfikir.
ABD başkanlık seçimlerini Trump’ın kazanmış olmasıyla büyük oyuncunun uluslararası iklim politikalarında topal ördek konumuna geçmesi, Almanya’da hükümetin dağılıp erken seçim sürecine girilmesi, Fransa’daki hükümet krizi ve Ukrayna’daki savaşın Batı’ya getirdiği bütçe yükü ve ekonomilerin genel hali gibi faktörler, fonları aşağı çekmiş olsa gerek.
Çoktaraflı bir diplomatik mekanizmanın – belki de çoktaraflılığın son kalesinin – jeopolitik gerilimler, ulusal kutuplaşmalar ve al-verci ilişkilerin ağır bastığı bir dünyada bu kadar zorlanmasına şaşmamak gerek.
YKSH dışında bir diğer finans başlığı Kayıp ve Hasar Fonu’ydu. Bu fon COP28’de küresel iklim politikalarının iki temel ayağı olan uyum ve azaltım hedeflerine ek olarak oluşturuldu. İklim değişikliğine karşı en kırılgan durumda olan ülkelerin başı çekmesiyle kurulan bu fon, iklim değişikliği sonucu yaşanan doğal afetlerden doğan kayıp ve hasarın telafisini hedefliyor. Fakat COP29’dan Kayıp ve Hasar Fonu için de finansal taahhüt çıkmadı.
Müzakerelerin bir diğer konusu Paris Anlaşması’nın uluslararası karbon piyasalarının kurulmasına ilişkin 6. maddesiyle ilgiliydi. COP başkanlığının ilk günkü tartışmalı hamlesiyle başlayan müzakerelerde uzlaşma sağlandı ve böylece 6.2. madde kapsamında ülkeden ülkeye ticareti ve 6.4. madde kapsamında yeni bir uluslararası karbon piyasasını düzenleyen kuralların kabulüyle anlaşmanın dokuzuncu yılında 6. maddenin bütün ayakları büyük ölçüde tamamlanmış oldu.
Ancak bazı gözlemciler zayıf mekanizmaların büyük riskler barındırdığı görüşünde. Karbon piyasalarının mantığı, ülkelerin sera gazı salımını azaltmak için bir finansal ceza-teşvik mekanizması gibi çalışmalarına dayanıyor. Fazla sera gazı salan ülkeler az sera gazı salan ya da sera gazlarını bağlayan ülkelerden karbon kredileri satın alarak salımlarını telafi ediyor. Ancak karbon piyasalarındaki yasal boşluklar ve denetim eksikliği gibi nedenlerle yüksek salımı olan ülkelere ve fosil şirketlerine arka kapılar açılıyor.
Karbon piyasalarına yönelik “sahte çözüm” eleştirileri hem hayalet sertifikaların satılması gibi yaşanmış örneklere dayanıyor, hem de hükümetleri azaltım hedeflerine odaklanmaktan alıkoyan dikkat dağıtıcı unsurlar olarak görülüyor. 6. maddeye ilişkin ayrıntılar COP30’da görüşülmeye devam edilecek.
Türkiye pavilyonu
COP’ta bir yandan heyet müzakereleri sürerken bir yandan da iklim değişikliğine karşı yürütülen politikaların ele alındığı yan etkinlikler düzenleniyor. Buralarda bilimsel raporlar açıklanıyor, yerel yönetimlerin izlediği/izleyebileceği politikalar değerlendiriliyor, tarımdan, halk sağlığına, kadınlardan çocuklara, göçten güvenliğe kadar iklimle ilişkili konular enine boyuna tartışılıyor. Ülkeler, şirketler, STK’lar ve uluslararası örgütler kendi pavilyonlarında düzenledikleri etkinliklerle hem iklim politikalarını anlatıyorlar, hem de sektörel ya da tematik tartışmalar düzenliyorlar. Türkiye pavilyonu da ülkenin anıt ağaçları ve endemik bitkilerine yer veren sade ve şık tasarımıyla ve eksik edilmeyen Türk kahvesiyle ilgi gören bir noktaydı. Kaz Dağları’nda açılan maden alanları için yüz binlerce ağacın kesildiği günlerde COP’ta anıt ağaç sergisi bir protesto olarak da düzenlenebilirdi. Keza Türkiye Avrupa’nın en büyük plastik atık alıcısıyken bir Sıfır Atık Kampanyası başlatıldı ve pavilyonda plastik düğmelerden yapılmış bir Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları panosuna yer verildi. Panel alanı ve izleyici kısmının küçüklüğü şikayet konusu oldu. O da belki dünyada daralan demokratik alanların metaforuydu.
Küçük bir sürpriz de Konya Belediyesi’nin katkısı Nasreddin Hoca figürüydü. Acaba insanlığa “fosil yakıtlara ve sınırsız tüketime dayalı ekonomilerimizle bindiğimiz dalı kesiyoruz” mesajı mı veriyoruz, diye düşündürdü.
Dünya liderlerinin oldukça düşük katılım gösterdiği zirveye Türkiye, cumhurbaşkanı düzeyinde katıldı. Erdoğan ülkenin iklim politikalarını yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve nükleer enerji üçlü sacayağına dayalı azaltım projeksiyonuyla özetledi.
Türkiye açısından COP29’daki en önemli gelişme 2053 Uzun Dönem İklim Stratejisi’nin yayınlanmasıydı. Bakan Murat Kurum’un sunduğu belge aslında hükümetin 2053’e koyduğu net sıfır hedefi için bir yol haritası niteliğindeydi.
Belgede olmayan ama beyan edilen fosilden çıkış hedefi
Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Semra Cerit Mazlum, Türkiye’nin tutumunda bir değişikliğe giderek bu yıl finansman talep eden pozisyondan uzaklaştığını ve finans müzakerelerinin ana tarafları arasında belirgin bir tutum izlemediğini belirtiyor. Belgenin yenilenebilir enerji vurgusunu yerinde bulsa da, karşımıza “emisyon azaltımıyla ilgili açıkça sayısallaştırılmış, izlenebilir bir yol haritası” çıkmadığının altını çiziyor. Sonuçta net sıfır için ya fosil yakıt kullanımını ve böylece emisyonlarınızı azaltmanız ya da yutak alanlarınızı – mesela orman – geliştirmeniz gerekiyor. Eğer ormanları kesip, kömür çıkartıp ondan da enerji üretiyorsanız da en azından bunu ne zamana kadar yapmaya devam edeceğinizi söylemeniz gerekiyor. Bu da yapılmadığı durumda net sıfır hedefinin ciddiyeti sorgulanır hale geliyor.
COP29’da “Türkiye'de Kömürden Çıkış ve Adil Geçiş” projesini tanıtan İstanbul Politikalar Merkezi’nin İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin de stratejide bir “mutlak emisyon azaltım hedefi” ve “kömürden çıkış politikası” olmamasına işaret ederek bunun ülkenin “emisyonlarının en önemli kısmı olan enerji emisyonlarını düşüreceğine dair bir taahhüt verilmediği” anlamına geldiğini belirtiyor. Şahin’e göre Türkiye’nin önümüzdeki 10 yıl içerisinde kömürü azaltarak ardından enerji sektöründe kömürden tamamen çıkmayı önüne koyması gerekiyor: “Bunu yapmadığı takdirde başlamış olan enerji dönüşümü kömür sektöründe çalışan işçilerin, ailelerinin ve toplulukların zarar göreceği, plansız ve adil olmayan geçişe dönüşüyor. Bu da Türkiye'de hem ekonomiye zarar verecektir hem de iklim politikalarına karşı halk içinde bir tepki yaratma riski taşıyor.”
Ekosfer Derneği’nden Birgün gazetesi yazarı Özgür Gürbüz ise Türkiye’nin stratejisinin birçok soruyu yanıtlamadığını söylüyor: “Yenilebilir enerjinin yüzde 50 olacağını öğrendik, yüzde 30 nükleer olacağını öğrendik, geri kalan yüzde 20 hidrojen mi olacak, o hidrojen de yeşil mi olacak, hala fosil yakıtlardan mı sağlanacak bunu öğrenemedik. Türkiye’nin neden yenilebilir enerjiden üç kat, bataryalı yenilenebilir enerjiden iki kat daha pahalı nükleer enerjiye yöneldiğinin sorusunun yanıtını da bulamadık burada.”
Transpasifik Enerji Yönetim Kurulu Başkanı Kıvanç Görkem Üçlertoprağı, kömürün artık dünyanın birçok yerinde rekabetçi olmadığını ve güneş ve rüzgar enerjisinin daha verimli hale gelmesiyle denklem dışına çıkacağını belirtiyor. Ayrıca kömürdeki bir diğer sorunun aşırı yüksek su tüketim oranı olduğuna dikkat çekiyor. Öyle görünüyor ki Şahin’in işaret ettiği “plansız ve adil olmayan geçiş” dinamiği, yani kömürden piyasa dinamikleri gereği uzaklaşmanın zaten kaçınılmaz olması özel sektörün de beklentisi.
Sunumun çıkışında Bakan Kurum soruları da yanıtladı. Greenpeace Türkiye’den Berkan Özyer’in sorusu üzerine beklenmedik bir biçimde “zaman içerisinde” fosil yakıtların kullanımının sonlandırılacağını söyledi. Böylece Türkiye ilk kez bir yetkilinin ağzından fosilden çıkış hedefi beyan etmiş oldu.
Peki ya nükleer?
Nükleer enerjiyi savunanların argümanlarından biri enerji arz güvenliği. Yani bir ülkede güneş ve rüzgar olmadığı zamanlarda enerjinin nereden geleceği sorusu. Nükleer santrallerini kapatmış olan Almanya’da bu günlerde yaşanan Dunkelflaute’ler anlık olarak enerji fiyatlarının çok yükselmesine neden oluyor ve çevre ülkeleri de etkiliyor. Gürbüz de yenilenebilir enerji açısından Türkiye’nin şanslı bir coğrafyada olduğuna, rüzgar ve güneşin bir bölgede olmadığında diğer bölgelerde olabildiğine işaret ediyor, her ikisinin de yeterli olmadığı durumlar içinse jeotermal ya da biyokütle gibi alternatiflerin tartışılması gerektiğini düşünüyor. Ümit Şahin’e göre de nükleer enerji yenilenebilir enerjinin önünü kesen bir niteliğe sahip ve bu haliyle de uzun dönemli stratejinin iki ayağı arasında çelişkili bir durum söz konusu.
Aynı çelişkiye özel sektör temsilcisi Üçlertoprağı da işaret ediyor: “Bunlar baz yük santraller. Baz yük artık çok istenen bir şey değil. Bize daha çok güneşin olmadığı, rüzgarın olmadığını devreye girecek esnek santraller gerekiyor.”
Prof. Dr. Semra Cerit Mazlum’a göre nükleer enerjiye yönelik artan küresel siyasal ilginin kapısı COP28’de alınan Küresel Durum Değerlendirmesi (Global Stocktake - GST) kararıyla açıldı.
Burada nükleer enerji yenilenebilir enerjiyle birlikte 1.5 derece hedefine ulaşmak için artırılması gereken kaynaklardan biri olarak sayılıyordu. Türkiye de nükleer enerji kapasitesini 2050 yılına kadar üç katına çıkarma hedefini açıklayan ülkeler arasına katılmış, ilerleyen zamanda da ABD’li yetkililerle hem büyük hem de küçük modüler santraller için görüşmeler yapıldığı yönünde haberler çıkmıştı. Mazlum Türkiye’nin ilgisinin enerji yatırımı ihtiyacı ve enerjiye dönük uluslararası finansmanla bağlantılı olabileceği görüşünde.
Net sıfır ve 1,5 derece hedeflerine nasıl ulaşılacağına dair küresel ve ulusal ölçekteki bu belirsizlikler ve çelişkiler karşısında insan acaba Nasreddin Hoca’nın asıl COP29 mesajı “Ya tutarsa!” mıydı diye düşünmeden edemiyor.